top of page
Yazarın fotoğrafıTuğba Coşkuner

HAYALETLERİYLE DOLAŞAN KADIN



“Her şey geçiyor, hiçbir şey geçmese de.”


İnsanlar ölüyor ama bazıları hâlâ aramızda salınmaya devam ediyor. Şairler, yazarlar, âşık olduğumuz adamlar ve kadınlar… Tezer Özlü’nün dediği doğru. Her şey geçiyor, hiçbir şey geçmese bile. Aynı herkesin yittiği ama aslında hiç kimsenin yitmediği gibi.

Özlü 1943’te doğdu ancak 1986’da, çok çok erken bir vakitte ruhu vücudunu terk etti. Yazıyı kaderine teğellemeye çalışanlar, tam da düşledikleri gibi bir aileye sahip olduğunu düşündüler. Her ne kadar kendisi ailesiyle pek iyi anlaşamasa da bu uzaktan gerçekten de öyle görünürdü. Hem doğduğu hem de evlenip kurduğu aileler, entelektüel anlamda Özlü’ye kendisini besleyecek ortamlar sunuyordu. Abisi sayesinde küçük yaşta edebiyat camiasını tanımaya başlamıştı ve toplumun önde gelen üdebâsıyla aynı masaya oturmuştu. Öykücüler, çevirmenler, oyun yazarları, yönetmenler… Nitekim zaten kendisi de ileride deneme, roman, anlatı, günlük, senaryo, mektup ve çeviri gibi alanlarda eserler verecekti.


Özlü ailesini sevgisiz, okulu da zorbaca bulurdu. Anne ve babasının arası hiçbir zaman iyi olmamıştı ve o yüzden hayatı boyunca bu yaraların izlerini taşımak, aynada onlarla yüzleşmek ve kanadıklarında ilgilenip onları sağaltmak zorunda kalmıştı. Herkes acıyla farklı şekilde baş ederdi. Tezer Özlü de yazmayı seçmişti işte. Ancak yazmaya başladığında karamsarlık, Karadeniz’in yağmur bulutları gibi yazı masasının üzerine çökerdi. Zaten yazar da kendisini ve kaleme aldıklarını biraz can sıkıcı olarak nitelerdi. Belki de bu yüzden David Shields’in, yazarların yazdıkları şeylerin birçok intihar notunun bir araya gelmesinden oluştuğunu düşünmesi boşuna değildi. Kaldı ki yazarımız da David Shields’i destekler gibi sık sık intihar, ölüme meyil, yenilmişlik, mutsuzluk, hastalık, melankoli gibi konuları işlemişti. Hatta Amerikalı Komşum Willy, Özlü’nün tüm tipik özelliklerini taşıyan en önemli öyküsüdür. Ancak Amerikalı Komşum Willy yazarının tüm özelliklerini taşısa da beğeni bakımından Hayalet Oğuz’u geçememiştir. Hayalet Oğuz Tezer Özlü’nün en sevilen eseridir.


Tezer Özlü Avusturya Kız Lisesi’nde ve İstanbul Erkek Lisesi’nde okudu. Şeker fabrikasında, Alman ilaç firmalarında, Goethe Enstitüsü’nde çevirmen olarak çalıştı. Sanatçı bursu alıp Berlin’e gitti ve orada Türk edebiyatı üzerine radyo programları yaptı. Bu programı bitirdikten sonra memleketine geri döndü ama burada daha fazla yapamayacağını anlayıp Zürih’e yerleşmek üzere ülkeden ayrıldı. Birçok farklı disiplinde çalışması ve kültür tanıması metinlerini besledi, geniş bakış açısına derinlik kattı. Elbette böyle bir yaşam her yazara aynı etkiyi yapmıyordu. Tezer Özlü için de bunun daima iyi bir şey olduğu söylenemezdi. Leyla Erbil, Özlü’nün kimi zaman kimlik bunalımı yaşadığını dile getirmişti. Hakikaten öyle miydi, bilmiyoruz. Ancak yazarın Türkiye’de mutlu olmadığını, “Ne zaman Paris’e gittim, o zaman kendimi yaşamın içinde buldum,” gibi cümlelerinden ve memleketiyle ilgili öyküleri bir turistin gözünden aktarıyormuş gibi yazmasından çıkarabiliyorduk.


Özlü yazmaya başladığında Tarık Buğra, Samet Ağaoğlu, Samim Kocagöz gibi isimlerin okunduğu zamanlardı. Tezer Özlü’nün ilk yazdığı öyküleri eleştirmenlerce çok sığ, hedefsiz ve kaba bulundu. “Basit bir gençlik isyanını anlatıyor, cinselliği dümdüz bir şekilde ele alıyordu. Ve bunun sanat olduğunu düşünüyordu,” dediler. Ancak bu yorumlar Özlü’ye yazmayı bıraktırmadı. Eleştirileri tamamiyle haksız bulmadı, söylenenlere kulak kabarttı. Yeni, özgün, esaslı bir ses bulması ilerleyen zamanlarda oldu. Eski Bahçe kitabında öyküleri kronolojik sıraya göre düzenlendiği için yazarın gelişimini takip etmek adına önemli bir kaynaktır.


Özlü sonradan sonraya kendi söylemini, üslubunu, sesini yakaladı. Yazdıkları yepyeni bir dil kuralları ve bütünlüğünü içeriyordu; metinlerinde klasiklerin, Gogol’un, Goethe’nin, Gorki’nin tadı alınıyordu. Dil kullanımında yalın ve nazik zevkleri vardı. Yazdığı her neyse onu kısaltabileceği kadar kısaltır, okuruna duygunun ve metnin özünü sunardı. Bu yüzden öyküleri birçok eleştirmene ve okura kısa gelmiştir.


Öykülerinde yaşadıklarının yansımaları görülürdü çünkü Özlü çocukluk hatıralarıyla bir türlü barışamaz, anılarıyla ateşkes imzalayamazdı. Geçmişindeki hayaletlerle boğuşur dururdu. Kaçar, ülke değiştirir ama onlardan bir türlü kurtulamazdı. Sık sık seyahat eder, belki beni takip etmeyi bırakırlar diye düşünürdü. Fakat yine de hepsi ardından gelirdi. Gölgesi gibiydiler Özlü’nün. Belki de o yüzden neredeyse tüm öykülerinde otelden otele savrulan ve bir şeylere başkaldıran bir anlatıcı görürdük. Bu anlatıcı iyi bir gözlemciydi, atmosferi ve gezdiği o yerleri kelimelerle çok iyi resmederdi. Terk edilmişleri, yalnızları, dışlanmışları, yersiz yurtsuzları konu edinirdi. Melankolik cümleler ve karakterlerin histerik tavırları âdeta Özlü’nün imzasıydı. Kendisi de yazdığı karakterlerden bir farkı yoktu zaten. Sabahları yatağından kalktığında yaptığı ilk şey ölüme seslenmek olurdu. Her hareketi, defterine karaladığı her cümlesi, hastane odasında yaktığı her sigarası ölüme açık bir davetti. Böyle ısrarlı bir çağrıya kimsenin kayıtsız kalamadığı gibi ölüm de kalmadı. Nihayetinde İsviçre’ye gelip Özlü’yü buldu.


Dipçe: Bu yazı Dil ve Edebiyat dergisinin 2021 şubat sayısında yayımlanmıştır.


Comments


bottom of page