top of page
  • Yazarın fotoğrafıTuğba Coşkuner

ÜZERİNDEN KAÇ SENE GEÇTİ?

Ritmik bir karambolun, sosyal şizofreninin ve teknolojinin tebdi-li kıyafet gezdiği elektronik hayaller dünyasının içinden öğretilmiş tüm korkular adına sesleniyorum.


Siz bu yazıyı okurken; sözlü kültürü cılızlaştıran, bireysel öğrenme imkanı sağladığından kabile olarak yaşama iç güdüsüne zarar veren yazının îcadının üzerinden yaklaşık 7300 sene; bilginin ulaşılabilirlik katsayısını arttıran ve şahsî yorumlama fırsatı sağlayan,ilmin kilise otoritesinden sıyrılmasına ve kilisenin erkliğinin Reform’la yıkılmasına sebep olan matbaanın kuruluşunun üzerinden 1423 sene; dünyanın evrenin merkezinde olması gibi aksi ispat edilebilir bir çok bilimsel meseleyle bezenmiş İncil’in teleskopun îcadından sonra îtibarını kaybetmesinin ve evrenin merkezinde, yaratılıp gönderildiğimiz Dünya’nın değil de Güneş’in olduğunun anlaşılmasından dolayı insanların Tanrı’ya darılmalarının üzerinden 408 sene; bilgiyi metâlaştırıp amacı, bilgiye ulaşmaktan çok bilgiye çabuk ulaşmaya kaydıran telgrafın îcadının üzerinden 224 sene; havanın nasıl olduğunu öğrenmenin yanı sıra hava bizim istediğimiz şeyi yapıyor mu diye acâyip bir meraktan doğan meteorolojinin îcadının üzerinden 168 sene; sabır melekelerine zarar veren, hasretlik çekmeyi nostaljik bir öğe haline getiren telefonun îcadının üzerinden 141 sene; Nietzsche’nin, “Tanrı öldü,” demesi üzerinden 133 sene; Henry Ford’un seri üretime geçmesi ve kapitalizmin insanın mâsum kusurlarından güç alarak büyümesinin arâzi açlığına bir nevi katalizör görevi üstlenmesi üzerinden 103 sene; kadın ve erkeğin birbirine karşı üstünlüğünü sorgulaması bir yana kadın ve erkek arasındaki farklılıkları topyekûn hiçe sayan feminizmin en şiddetli dalgalarının yaşanmasının üzerinden neredeyse 100 sene; günahın alternatifi olarak piyasaya sürülen psikanaliz ve terapinin îcadının üzerinden 96 sene; Laikliğin dinin almaşığı bir din olarak dayatılması üzerinden yaklaşık 95 sene; Andrey Platonov’un güçlü önsezileri sayesinde Anti-Sexus isimli , reklamcılığın insan doğasını felç edecek atılımlarını konu alan öyküsünü yazmasının üzerinden 91 sene; öğretmenlerle taht kavgasına tutuşan ve öğrenmek ilmini bir otoriteden ve kitaplardan âzâde eden, kapitalizmi kamçılayan, haz duygusunun boyunduruğuna girmemize sebep olan televizyonun îcadı üzerinden 93 sene; Huxley’in yaşamın distopikleşmesine binâen kaleme aldığı, modern dünyaya muazzam bir eleştiri getiren Cesur Yeni Dünya romanını yazmasının üzerinden 85 sene; insanın Tanrı’dan umudunu kesip insanı ve doyumlarını Tanrılaştırması, sonsuz olanı sonluya devşirmesi ve insanı tüm kusurlardan arınık düşünmesi demek olan hümanizmin çiçek açmasına sebep 2. Dünya Savaşı’nın üzerinden 71 sene; Burgess’in hedonizmin doğuşuna ve ahlakın çöküşüne işâret ederek bir insanlık dramı çizen Otomatik Portakal isimli romanını yazmasının üzerinden 56 sene; somut ve soyut zekânın tâyininde ve ediniminde devrim yapan , bir çok ehil psikologu şaşkına çeviren, görülmeyen ve duyulmayan bir Yaratıcıya inanmakta onca zorluk çekilmesine rağmen bir tıkla görmediğinin varlığına, duymadığının ses çıkarabildiğine inandırabilen bilgisayarın îcadının üzerinden 44 sene; bilgi çöplüğünü besleyen, postmodernizm çağının bir numaralı velisi, reklamcıların tanrısı,medyanın ergenlik çağını yaşamasına sebep internetin îcadının üzerinden 26 sene, parlak gelecek virüsünü yayan kişisel gelişim kitaplarının kasaplar da dahi satılmaya başlanmasının, kendimizle baş başa kalmak için kendimizden randevu alan psikopatlar haline gelmemizin, günaha sosyal sapkınlık ve şerre psikopatoloji dememizin, hayatı ideallerin ön sözü olarak inşâ edememeye başlamamızın üzerinden nerden baksanız 10 sene; Nevzat Tarhan’ın Toplum Psikoloji kitabında, “Dünya geçmiş asırlara göre daha müreffeh olmasına rağmen suç ve şiddet oranında neden azalma olmuyor?” diye sormasının üzerinden 7 sene; yaşamaktan çok yaşadıklarımızı paylaşmayı öğretileyen , kutsalı olmayan ve vasatın hükümdarlığındaki bu çağa yemek pornografisi diye bir kavramı kazandıran, Salih Cenap Baydar’ın, “Eğer bir ürün için ödeme yapmıyorsan kâr edilen ürün bizzat sensin,” diyerek tanımladığı sosyal medya platformlarından biri olan İnstagram’la tanışmamız üzerinden 6 sene; akıllara zarar bu yüzyıla, kültürel AİDS diyerek Teknopoli ismini veren Neil Postman’ın aynı isimli kitabının 4. baskısının Sentez Yayıncılık'tan çıkmasının üzerinden de 3 sene; Abdülaziz Kıranşal’ın ,her istediğimizde bilgiye ulaşma imkanı sağlayan arama motorları sebebiyle bilgiyi aklımızda tutmanın bir romantiklik sayılmasına neden olan elektronik atıkla dolu internetin sanal cemaatinin ahlakının şîrâzesinin kaymasından dolayı Sosyal Medya İlmihali yazmasının üzerinden 6 ay; Özlem Oğuzhan’ın, “Estağfurullah kelimesinin, Tanrı’nın yüceliğini tekrar etmek amacından çıkıp kendini tanrılaştıran insanın diğer insanlarla tanrılar arası bir selamlaşma biçimine dönüştüğünü söylenebilir,” diyerek bu narsist çağ hakkındaki fikrini beyan ettiği yazısının Hece’nin Dijital Kültür sayısında yayımlanması üzerinden 3 ay; Rusya’da îcat edilen ve öğrenme becerisine sahip bir robotun laboratuvardan kaçmasının üzerinden en fazla iki buçuk ay geçmiş olacak.


Gelenek, modernlik ve postmodernlik kapsamında insanlığın yüz karası târih şeridini az çok çizdiğimize göre bu gevezeliğe bir son vererek, bahsi geçen kavramlar üzerine de metne birkaç yokuşlu cümle dikişlemek haddinde bulunacağım. Raymond Williams, modernliği, geleneğin ıslahı olarak tanımlamaktadır. Hans–Georg Gadamer’in savunduğunu bildiğimiz, en köklü devrimlerde bile eskiye âit çok fazla unsurun muhâfaza edildiği minvalindeki bilginin parantezinde, geleneğin hangi konularda ıslâha ihtiyacı olduğu hatta ıslaha ihtiyacı olup olmadığı sorusunun cevabı ve az sonra açıklayacağımız postmodernizmin virajlı mâsûmiyeti hakkındaki kararı okuyucuya bırakılmıştır.


Geleneği muhâfaza etmeyi gaye edinmiş muhâfazakâr kısım, modernliğin getirdiği sekülerizmin ve ahlakî yozlaşmanın yıkıcı etkisinden kurtulmak için postmodernizmi can simidi olarak görmektedir. Ancak bu can simidinin, can kurtarmayı bırakın cana kast ettiğine ivedilikle aymak gerek. Modernizmi Avrupa’daki anlamıyla yaşıyor olmadığımızdan postmodernizmi çözemememiz de yerindedir bu yüzden. "Modernlik içerik bakımından gelenekten kopuşu ve onu hiçe saymayı hedeflerken, postmodernizm biçim yönünden de geleneği reddeder," der Mustafa Armağan. Postmodernizm kuralsızlığı kural olarak benimsemiş, iyiyi kötüyü birbirine demlemiş kaotik bir kavramdır. Bu yüzden de akışkandır. Girdiği çağın şeklini alır, bir düstura sahip değildir. Postmodernizm kavram olarak modernitenin karşısında yer alabilir ancak bu daha yıkıcı olmak için bir yarışta olduklarından ötürüdür.


Postmodernizm 1990’lı yılların başlarında bu kavramın fail-i mâlûmlarının torunları tarafınca ortaya atılmıştır. İsmini koyamasak ya da yerinde kullanamasak da sebebiyet verdikleri şeyler ruh ve zihin dünyamızda tsunamilere sebep olmaktadır. Bu çağ, muazzam boyutta simgesel kirlenme çağıdır. Simgeler kirlendiğinde zihin de bulanıklaşmaya ve çağımızın hastalığı olan alzhemiera dikkat çekici bir popülerlik sağlamaya başlar. Postmodernizm, modernizm gibi kendini ilahlaştıran bir güçtür, onların aleyhine yapılan herhangi bir eylem insanlık târihî kadar leş bir yığını karşımıza almayı ifâde eder. Postmodernizm ve modernliği birbirine rakip ve birbirini hiç beğenmeyen iki kardeşe benzetebiliriz bu sebeple.

Anlamları, tozlanmasına izin vermeyecek şekilde ortalıktaki zigon bir sehpaya bırakıp neden oldukları şeyler üzerine konuşmak gerekirse, bu kavramların insanları bireyselleştirmesi ve toplumsal uyumu yok etmesinden dolayı dinin birleştirici özelliği de sekteye uğradı diyebiliriz. Postmodern dinsellik, insana modern toplumun sekülerleşmiş kesimlerinden kopabilmeye imkân tanıyan küçük odacıklar sağlamıştır. Bu odacıklar kişiye özel tahsis edilebilir olduğundan dünyadaki insan adedince din îcat edilebilir hale gelmiş ve kişilik özelliklerine göre din sipariş etme arsızlığına ortam yaratmıştır. Böylece tüm kutsallar kırılgan bir kurum olarak bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişiye mahsus duruma düşmüştür. Bu da toplulukların dinî bir pazar ekonomisi yaratmasına sebebiyet vermiştir. Artık birçok dinî grup bir tüketici topluluğunu kazanmak için birbirleriyle rekâbet haline girmiştir. Çok köklü özgürlükler, kutsalın mizacını bozmuştur ve çoğulcu bir din anlayışı yaratmıştır. C. S. Lewis’in dediği gibi, teknik hükümlerin sürdüğü bu çağda en büyük kötülükler insana ne toplama kamplarında ne de Dickens’ın eserlerindeki suç bölgelerinde yapılıyor.


Tüm –izm’ler insanı yalnızlaştırır, kitle psikolojisine zarar verir, insanın bir başka insana ihtiyacı olmadığı fikrini benimsetir ve bu da hayâtî bir mesele olan empatiyi öldürür. Her îcat insanın iyilik dallarından bir kaçını budamaktadır, üstelik daha gür çıksın diye de değil. Hepten kesmek çok dikkat keseceği için. Tuba gibi bir kutlu ağaca yasak meyvelerin aşıları yapılmaktadır. Meseleye örnek teşkil etsin diye çok uç düzeyde olsa da Ebgert de Vries’in kibrit kullanmanın Afrikalı kabilelerin cinsel hayatını nasıl değiştirdiğine dair yazdıklarını okuyabilirsiniz.


Modernizm ve postmodernizmden kültür de nasibine düşeni almıştır elbet. Bu -izmlerden devâsâ bir kültür endüstrisi oluşturulmuştur. Binlerce yıldır bir araya gelemeyecek kadar farklılık edinmiş sanat ve edebiyatı her ikisinin de zararına olacak şekilde birleştirmekte ve bunu kitlelere sunmakta postmodernizmin üstüne yoktur. W. Adorno’nun dediği gibi, “Kitleler, kültür endüstrisinin ölçütü değil, ideolojisidir.”


Estetik kaygılara sâhip insanların neslinin tükenişine de sebep kültür endüstrisidir ki bu da başta bahsettiğimiz karambolün küçük bir temsilcisidir. Dem vurulan yapı, estetikten arda kalan tortuları estetik diye kitlelere pazarlamaktadır. Bu endüstri kişiye özel eğlence reçeteleri yazmakta ve kültürün öğeleri olarak sunulan renkli filmler insanların zihinlerine bombaların yapacağından çok daha büyük ölçüde zararlar vermektedir. Tüm bunlar kişilik zaaflarına, kitle aldatmacılarına, fantezi saltanatına, insan emeğine duyulan inancın ölmesine sebep olmaktadır. Zaten amaç da insanın fikir üretmesinin önüne geçmektir çünkü fikirler, kapital ehline göre kendi kazançlarını tehlikeye sokan en iyi silahtır. Fikirleri gebe bırakan da tutku olduğundan tutkuların katline de şaşırmamak gerekir. Mesela, TV seyrettikten sonra harekete geçme ihtiyacının hâsıl olması nâdirdir çünkü insanlar kültür endüstrisinin dağıtımcısı olan, hızla geçen şaşı ve parlak ışıkların mûsahibi TV’yi izlemeyi hareketin kendisi olarak görmektedir ve bu da tutkuyu felce uğratan devrimlerden biridir. Hem kalkıp harekete geçsek bile gösterilen onca kötülük pornografisi niteliğindeki haberlerden sonra olumsuzluğu kendisine düstur edinmiş kişinin kutlu şeyler yapabilmesi ne derece mümkündür bilinmez. Daha da kötüsü, bu endüstrinin dayattığı kültür, tüm olanları özgürlük gibi talep edilen bir şey haline getirmiştir.


Kapitalizm, modernizm ve postmodernizm herkesi birbirinin aynısı kılmıştır. Günümüz dünyası için global köy demek yersiz değildir bu yüzden. Tümümüzün aynı şeyleri giyip yediği, düşündüğü ve milletlere has değerlerin yok edildiği bir dünyada tektipleşmenin önüne nasıl geçileceği sorusu ciddiye alınması gereken bir sorudur. Bir gülü öldürmenin en iyi yolunun onu goncayken açılmaya zorlamak, sözünün vücud bulmuş hali olan eğitim sistemimizin, herkesin birbiri ile aynı olan bu dünyada tek tipleşme aleyhinde öğretim programları geliştirmeye çalışması da oldukça ironiktir.


Ayrıca bu –izm’ler, yaşam standardı parolası altında verimlilik ve üretkenliğin kölesi olmuş bir iştiha endüstrisi de yaratmıştır. Kapitalizm, Saramago’nun romanlarından birindeki, “SİZE İHTİYACINIZ OLAN HER ŞEYİ SATABİLİRİZ AMA SATTIĞIMIZ ŞEYLERE İHTİYAÇ DUYMANIZI TERCİH EDERİZ,” sloganın saçtığı veba tohumlarına can suyu vermiştir. İhtiyaçlara göre üretmek değil, üretilenler için ihtiyaç algısı oluşturmak piyasanın ham maddesidir ve bu, alışveriş sarhoşluğunun mezesi haline gelmiştir.


Tam da burada Freud’un şu sözlerini hatırlamamız gerektiğini düşünüyorum: “Eğer demiryolları olmasaydı çocuğum hiçbir zaman doğduğu kasabayı terk edemeyecek ve onun sesini alabilmek için telefona ihtiyaç duymayacaktım. Eğer okyanuslar gemiyle aşılıyor olmasaydı arkadaşım, can güvenliğini tedirgin edici bir yolculuğa hiç çıkamayacak ve ben ona dair endişemi gidermek için telgrafa da ihtiyaç duymayacaktım.”


Hepimizin kendi ıssızlığı içine doğduğu, güçlünün zayıfı yendiği kuralına oturtulmuş doğal seleksiyonun bir türevi olan kapitalizmin aleyhinde düşünenlerin cadı avına kurban gittiği tüm bu negatiflikler çağında, önümüze konan yemeğin zehirli olduğunu bilmemize rağmen üstüne bir de porsiyonunun küçüklüğünden şikâyet etmeyi bir kenara bırakarak, “Bir kişi gücünü kaybedince diğerinin ikisine yetecek kadar gücü ve yüreği olmalı,” sözünü düstur edinmemiz gerektiği kanısındayım. Ve Eliot’un sıkıntıları yanları olsa da, “Şiir okuyucucu sakinleştirmek ve okuyucunun zihnini oyalamaktır. Şiirin insana yaptığı şey hırsızın bekçi köpeğine verilmek üzere yanında her zaman bir parça et bulundurmasına benzer,” minvalindeki anlatılarına sığınmamızın, şâirlerin şemsiyesi altına girmemizin ruhumuz için bir parça soluklanma imkânı sunacağını düşünüyorum. Kan bağımız olması muhtemel Kızılderililerin öğretilerine ve bu muhtevâya sahip Küçük Ağaç’ın Eğitimi, Yeryüzüne Dokun gibi kitaplara biraz da olsa kulak vermemizin akıllıca olacağı da ortada. Son olarak, öngörüler ışığında zihnimize geviş getirtmemiz de gerekirse Frank Furedi’nin tanımladığı gibi gerçeği kurgudan ayıran çizginin belirsizleştiği bir geleceğe çocuklarımızı hazırlamalıyız. İleride onların şahitlik edeceği ya da mağduru olacakları marka klanları arasında çıkması muhtemel savaşlar gibi problemleri kestirip çocuklarımızı, o problemlere çözüm olacak yeteneklerle donatmaya başlamanın zamanını geçirmememizi umuyorum.

Dipçe: İlk paragrafta verilmiş tüm târihler akademik bir kaygı taşımamakta ve yaklaşık değerlere karşılık gelmektedir. Rakamların da zaten sizin bu yazıyı ne zaman okuduğunuza göre değişkenlik göstereceği âşikârdır.

KAYNAKÇA:

Saramago, José ; Mağara; Kırmızı Kedi ; 2013

Postman, Neil ; Teknopoli ; Sentez ; 2013

Armağan, Mustafa ; Gelenek ve Modernlik Arasında ; Timaş ; 2013

C. Alexander ve Seidmen ; Kültür ve Toplum ; Boğaziçi Üniversitesi ; 2013

Hece Dergisi Dijital- Sayısal Kültür Özel Sayısı ; Hece ; 2016


Fotoğraf Elif Köroğlu'na aittir ve bu yazı 2016 yılında Mahalle Mektebi dergisinde yayınlanmıştır.

Comments


bottom of page